İnancın Arkasında Yatan Nöropsikolojik Sebepler Hakkında Fikirlerim
- Kendini kabullenememek
Bilme arzusu ile tutuşan benliğimiz, henüz yeterli seviyede geliştiremediğimiz teknolojinin bizi soktuğu çıkmazlarla büyük bir savaş veriyor binlerce yıldır. Binlerce yıl önce söylenmiş düşünür sözlerinin, bilimsel dayanaklarını dahi ancak keşfedebilen bir insanlık gelişim sürecinde, inanç sahibi kişilerin (Hristiyan, Musevi, Müslüman veya diğerlerini ayırmıyorum) en büyük dayanağı “o zaman neden böyle” sorusunu kullanmaktır.
Bilime yön veren “neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede” sorularını cevaplamak, akıl düşkünlerinin yılmayan çabalarına kalırken, öte yanda birileri okuduğu bir kitap ile bütün dünyanın sırlarını çözmeyi hedeflemektedir. Nöroloji çalışmalarıyla kanıtlanmış en önemli sosyoloji gerçeği şudur; insanı topluluk halinde yaşamaya ve toplum kurallarına uymaya iten şey beynimizin her zaman sorumluluk almaktan ve zorlanmaktan kaçmak isteyen tembel yanının, doğru olarak gösterilen şeylere adapte olmayı daha fazla tercih etmesidir. Bu durum, bazı siyasi iktidarların ülkemizde çok fazla karşıt düşünceye sahip olduğu halde büyük bir kitlenin desteğini alarak ilerlemesinin de en önemli sebeplerindendir.
Bir insanın zekâsı, ilkel düşünce tarzına sahip olmasına engel değildir. Son derece zeki olabilirsiniz, ancak beyniniz evrimsel sürecinde bilinçaltından gelen komutları uygulayan robot olma seviyesini henüz geçememiş olabilir. Bu nedenle de her zaman kolay ve basit gelene doğru eğiliminiz olacaktır. İnsan beyni son derece ilkel bir fikirle gelişmeye başlamıştır ve teknolojinin günümüze ulaşmasındaki tek sebep çok ilginçtir ki hâlâ aynıdır: hayatta kalmak!
İlk bıçak, ilk çanak, ilk mızrak, ilk tabanca, ilk araba ve diğer tüm bilimsel ilklerin temelinde, karşılaşılan zorlu durumla başa çıkabilmek ve hayatta kalabilmek için gösterilen çabanın birer eseridir. Ancak tüm bu çabalara rağmen, insanın bilimsel ilerleyişi son 50 yılı saymazsak son derece yavaş bir tempoda olmuştur. Dinlerin toplumlar üzerinde bu kadar önemli etkiye sahip olmasında en büyük sebep de bilimsel gelişimdeki bu yavaşlıktır. Bir yanda beynin zorlu ve çetrefilli yolculuğu, diğer yanda din kavramı tarafından sunulan “bak, aradığın tüm bilgi burada” söylevleri ile yatak odanıza kadar müdahale etmeye kalkan kontrolcü yapısı. Her ne kadar inkâr etmeye çalışsak da, hayatta kalma güdümüz tarafından yönetiliyor ve sürü psikolojimizi yıkamıyoruz. Yalnızlıktan çok korkuyor ve her zaman sığınacak bir liman arıyoruz.
Henüz tamamen algılayamadığımız kendi dünyamızda, minicik bir “insancık” olmak, kabullenmesi gerçekten zor olan bir olgudur. Bunu sindirebilecek kadar erdemli olmak için, psikolojik ve fiziksel olarak hazır olmanız gerekir. Algınızın kapasitesini sonuna kadar genişlettikten sonra, bu kocaman dünyada kim olduğunuzu, ne için var olduğunuzu, amacınızın ne olduğunu sorgulamaya başlarsınız. Fakat aslında bir amacınız olmak zorunda olduğu fikri size dayatılmış bir toplumsal gerçekten, sosyolojik bir yönetim yönteminden ibarettir. Ağaçlar doğada büyürken, kimse için veya hiçbir amaç için varlıklarını sürdürmez. Tohumlar filizlenir, doğal döngülerini tamamlar, karbondiyoksit ve oksijen arasındaki aktivitelerini sürdürürler ve ömürleri tamamlandığında kuruyup çürüyerek kaybolmaya başlarlar. Aynı şey hayvanlar ve insanlar için de geçerlidir. Biz sırf, kendimizi herşeyden üstün görme egosuyla yanıp tutuştuğumuz için sürekli olarak kendimize bir amaç yüklemesi yapmaya çalışır, peki ya ölünce ne olacak sorusunun aklımızı kaçırtan kaygı ve merakıyla ölümle yüzleşmekten korktuğumuzu kendimize bile itiraf edemeyerek çırpınırız. Hayatta kalma içgüdüsü, diğer adı ile ölüm korkusu. Hepinizi hayatta tutan, size bir amaç dayatan, çalışmaya teşvik eden, hareket etmeniz için motive eden temel olgu: korku!
Devasa evrende, yok olup gideceğiniz fikri öylesine korkutuyor ki, kendinize kutsal ve sonsuz bir amaç bulmak için çırpınıyorsunuz. Var olan anların huzurlu ve keyifli rüzgarını tatmak yerine, sürekli ölüm korkusundan kaçmak için çırpınıyorsunuz. Siz ölüm korkusuyla tutuştukça, daha fazla ruhunuza işlediğini ve sizi ele geçirdiğini fark etmiyorsunuz. Tüm bu zihinsel gerçeklerle yüzleşmenin çetrefilli ve yorucu süreçleri karşısında, din bir afrodizyak gibi stabil ve basit bir çözümle gelir karşınıza: tanrıdan geldin, tanrıya gideceksin diyerek sonsuzluk vaadeder. Yani en büyük korkunuz olan ölüm korkusundan beslenir ve size sonsuzluk vaadeder. Peki ya siz, bu gerçekle yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa hâlâ “bu kadar düzenin bir yaratıcısı olması gerekmez mi” diye çığırtan kuşlar gibi serzenişte bulunmaya ve aslında varlığına dair hiçbir kanıt bulunmayan, kendi içerisindeki çelişkiler denizinde boğulan sosyolojinin en büyük eseri TANRI kavramına sığınmaya devam mı edeceksiniz?